|
Prof.Dr. Şebnem Korur Fincancı |
İspanyollarla İngilizlerin genetik kökenlerinin
aynı olduğuna inanmak oldukça zor. Belki
İrlandalılarla İspanyolları biraz daha yakın
bulabiliriz. İngilizlerle İrlandalıları dahi bunca
benzemezlik içinde birbirleriyle
kıyasıya savaşırken resmettiğimiz zihnimizde,
İspanyollarla akrabalıklarını sorgulamak aklımıza
bile gelmez. Yirminci yüzyılın son 15 yılında
yakından tanımaya başladığımız bir molekül ilk on yılını geride
bıraktığımız yeni yüzyılın en önemli ilerlemelerinden biri olarak
değerlendirilmeli diye düşünüyorum bu nedenle.
Fen bilimleri ile sosyal bilimler ilk gençlik yıllarımdan başlayarak benim için uzun
bir zaman uzlaşmaz çelişki olarak kaldı. Aralarında açıkça seçim yaptığımı
düşündüğüm ve otuzlu yaşlarıma kadar da seçimimde ısrarcı olduğum fen
bilimleri taraftarlığıyla yaşamımı sürdürdüm. Okul yıllarında tamamını okumaya
bir türlü sabredemediğim tarih ve coğrafya ders kitaplarından anacığımın
çıkardığı özetlerle durumu idare ettim. Zamanla hem tarih, hem de coğrafyayla
barıştım. Fen bilimlerinde eğitilirken edindiğim disiplinle farklı kaynaklardan
okuma ve eleştirel yaklaşım alışkanlığı, farklı kaynaklardan tarih ve coğrafya
bilgileri ile tanışmama vesile oldu. İnsanlığın evrimi kadar, evrimleşme
sürecinde yaptıkları; sebep sonuç ilişkileri de ilgi alanıma girdi. Ölümle
uğraşırken, insanlık tarihi boyunca ölüm algısına takıldım. Ölüm algısı beni
ölüm kültlerinden mitolojiye, mitoloji arkeolojiye sürükleyiverdi. Kendimi
1980’lerin sonunda İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesinin Klasik Arkeoloji
bölümü koridorlarında dolaşırken, dersliklerinde yeniden öğrencilik yaparken
buluverdim. Öğretim üyesi olduğum üniversitede bir yandan da öğrenci
oluvermiştim. O pek uzak bulduğum sosyal bilimlere farklı bir pencereden
bakıyordum artık. Başta andığım molekülün, dezoksiribonükleik asit ya da
hepimizin artık pek yakından bildiğimiz DNA’nın da hızla hayatlarımıza girdiği
yıllarda bir yandan yaşadığımız toprakların kültürel çeşitliliğini adım adım
öğrenmeye çalışırken, bu molekülün de her durduğu yerde eklenen yeni
değişimlerle insanlığın dünya üzerindeki dağılımını ortaya koyan özelliğini ele
alan araştırmaları ilgiyle izledim.
Bu yıl yaz tatilimin küçük bir bölümünde, Klasik Arkeoloji bölümünden
öğretmenim Prof. Dr. Elif Tül Tulunay’ın daveti ile Nif Dağı kazısının kısacık bir
bölümüne tanıklık edebilme olanağı buldum. Çok yararlandığım ve öğrendiğim
bu küçük ziyareti olanaklı kıldığı için, başta kazı başkanı olmak üzere tüm kazı
ekibine şükran borçluyum. Büyük bir özveriyle yürüttükleri çalışmalar, gün boyu
kazı alanında, sonrasında da birbirinden ilginç seminerlerle gece yarılarına
kadar kazı evinde devam ederken hem çok şey öğrendim, hem de yeni
düşüncelerle ufkum genişledi ve gelecekte bu topraklarda barış için
yapılabilecekler üzerine düşünme olanağı buldum.
Klasik Arkeoloji yolculuğumu son yılında noktalamak zorunda kaldığım 1990’lar
hepimizin bildiği gibi kayıpların, infazların, işkencelerin yoğun olduğu ve 1980’li
yıllarda gördükleri işkencelerden sonra cezaevlerinden tahliye olmaya başlayan
işkence mağdurlarının da karşımıza çıkmaya başladığı, insan hakları mücadelesinin
en sıcak dönemlerinden biriydi. Bosna’da, Ruanda’da ve daha pek çok yerde
kıyımlar yaşanıyordu. Arkeoloji öğrenciliğime ara verip insan hakları
mücadelesinin tam zamanlı neferi olmak gerekiyordu. En iyi bildiğim işi yaparak
katkı sunmaya çalıştım. Adli tıp uzmanı kimliğimle gördüklerimi belgelemek
sorumluluğu taşıdığımı düşündüğüm için işkencenin, katliamların
belgelenmesini iş edindim.
İnsan hakları mücadelesinde önemli kazanımlar elde ettik bugüne dek. İşkencenin
dile getirilmesi dahi suç kabul edilirken, bugün ana akım medya bile bu suçu
teşhir edebilir oldu. Ne yazık ki savaşı ve ölümleri bitiremiyoruz bir türlü. Yalnız
bu topraklarda da değil, dünyanın dört bir tarafında dili, rengi ve çeşitlilikleri kar
hırsına paravan yapanların savaş oyunlarına yenik düşüyor insanlık. Kapılara
çentik atıp, doğum yerini suç nedeni sayıyor.
O küçücük DNA molekülü üzerindeki M173 adı verilen mutasyon, İspanyol,
İngiliz ve İrlandalıların aynı kökenden geldiğini gösteriyor. Bugün çok sayıda
proje ile bu molekül üzerinde bulunan mutasyonlarla tarihi yeniden şekillendirme
çalışmaları yürüyor. Fen bilimleri ve sosyal bilimler kol kola. Hele 140,000 yıl
önce ilk analarımızın Afrika’dan yola çıkarak tüm dünyaya yayıldığını ve
hepimizin ortak bir anaya sahip olduğunu bilirken, durduğumuz her yerde
edindiğimiz biyolojik çeşitliliklerimizi ayrımcılık için kullanmak yerine
hayatlarımızın da çeşitliliği olarak ortaya koyabilecek bu araştırmalar beni
heyecanlandırıyor. Barış için bir umut olabilir DNA denen şu molekül.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder