29 Ağustos 2012 Çarşamba

DNA...


  • Şebnem Korur Fincancı
    Prof.Dr. Şebnem Korur Fincancı 
    İspanyollarla İngilizlerin genetik kökenlerinin 
    aynı olduğuna inanmak oldukça zor. Belki 
    İrlandalılarla İspanyolları biraz daha yakın 
    bulabiliriz. İngilizlerle İrlandalıları dahi bunca 
    benzemezlik içinde birbirleriyle 
    kıyasıya savaşırken resmettiğimiz zihnimizde, 
    İspanyollarla akrabalıklarını sorgulamak aklımıza 
    bile gelmez. Yirminci yüzyılın son 15 yılında 
    yakından tanımaya başladığımız bir molekül ilk on yılını geride 
    bıraktığımız yeni yüzyılın en önemli ilerlemelerinden biri olarak 
    değerlendirilmeli diye düşünüyorum bu nedenle.

    Fen bilimleri ile sosyal bilimler ilk gençlik yıllarımdan başlayarak benim için uzun 

    bir zaman uzlaşmaz çelişki olarak kaldı. Aralarında açıkça seçim yaptığımı 
    düşündüğüm ve otuzlu yaşlarıma kadar da seçimimde ısrarcı olduğum fen 
    bilimleri taraftarlığıyla yaşamımı sürdürdüm. Okul yıllarında tamamını okumaya 
    bir türlü sabredemediğim tarih ve coğrafya ders kitaplarından anacığımın 
    çıkardığı özetlerle durumu idare ettim. Zamanla hem tarih, hem de coğrafyayla 
    barıştım. Fen bilimlerinde eğitilirken edindiğim disiplinle farklı kaynaklardan 
    okuma ve eleştirel yaklaşım alışkanlığı, farklı kaynaklardan tarih ve coğrafya 
    bilgileri ile tanışmama vesile oldu. İnsanlığın evrimi kadar, evrimleşme 
    sürecinde yaptıkları; sebep sonuç ilişkileri de ilgi alanıma girdi. Ölümle 
    uğraşırken, insanlık tarihi boyunca ölüm algısına takıldım. Ölüm algısı beni 
    ölüm kültlerinden mitolojiye, mitoloji arkeolojiye sürükleyiverdi. Kendimi 
    1980’lerin sonunda İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesinin Klasik Arkeoloji 
    bölümü koridorlarında dolaşırken, dersliklerinde yeniden öğrencilik yaparken 
    buluverdim. Öğretim üyesi olduğum üniversitede bir yandan da öğrenci 
    oluvermiştim. O pek uzak bulduğum sosyal bilimlere farklı bir pencereden 
    bakıyordum artık. Başta andığım molekülün, dezoksiribonükleik asit ya da 
    hepimizin artık pek yakından bildiğimiz DNA’nın da hızla hayatlarımıza girdiği 
    yıllarda bir yandan yaşadığımız toprakların kültürel çeşitliliğini adım adım 
    öğrenmeye çalışırken, bu molekülün de her durduğu yerde eklenen yeni 
    değişimlerle insanlığın dünya üzerindeki dağılımını ortaya koyan özelliğini ele 
    alan araştırmaları ilgiyle izledim.

    Bu yıl yaz tatilimin küçük bir bölümünde, Klasik Arkeoloji bölümünden 

    öğretmenim Prof. Dr. Elif Tül Tulunay’ın daveti ile Nif Dağı kazısının kısacık bir 
    bölümüne tanıklık edebilme olanağı buldum. Çok yararlandığım ve öğrendiğim 
    bu küçük ziyareti olanaklı kıldığı için, başta kazı başkanı olmak üzere tüm kazı 
    ekibine şükran borçluyum. Büyük bir özveriyle yürüttükleri çalışmalar, gün boyu 
    kazı alanında, sonrasında da birbirinden ilginç seminerlerle gece yarılarına 
    kadar kazı evinde devam ederken hem çok şey öğrendim, hem de yeni 
    düşüncelerle ufkum genişledi ve gelecekte bu topraklarda barış için 
    yapılabilecekler üzerine düşünme olanağı buldum.

    Klasik Arkeoloji yolculuğumu son yılında noktalamak zorunda kaldığım 1990’lar 

    hepimizin bildiği gibi kayıpların, infazların, işkencelerin yoğun olduğu ve 1980’li 
    yıllarda gördükleri işkencelerden sonra cezaevlerinden tahliye olmaya başlayan 
    işkence mağdurlarının da karşımıza çıkmaya başladığı, insan hakları mücadelesinin 
    en sıcak dönemlerinden biriydi. Bosna’da, Ruanda’da ve daha pek çok yerde 
    kıyımlar yaşanıyordu. Arkeoloji öğrenciliğime ara verip insan hakları 
    mücadelesinin tam zamanlı neferi olmak gerekiyordu. En iyi bildiğim işi yaparak 
    katkı sunmaya çalıştım. Adli tıp uzmanı kimliğimle gördüklerimi belgelemek 
    sorumluluğu taşıdığımı düşündüğüm için işkencenin, katliamların 
    belgelenmesini iş edindim. 

    İnsan hakları mücadelesinde önemli kazanımlar elde ettik bugüne dek. İşkencenin 

    dile getirilmesi dahi suç kabul edilirken, bugün ana akım medya bile bu suçu 
    teşhir edebilir oldu. Ne yazık ki savaşı ve ölümleri bitiremiyoruz bir türlü. Yalnız 
    bu topraklarda da değil, dünyanın dört bir tarafında dili, rengi ve çeşitlilikleri kar 
    hırsına paravan yapanların savaş oyunlarına yenik düşüyor insanlık. Kapılara 
    çentik atıp, doğum yerini suç nedeni sayıyor.

    O küçücük DNA molekülü üzerindeki M173 adı verilen mutasyon, İspanyol, 

    İngiliz ve İrlandalıların aynı kökenden geldiğini gösteriyor. Bugün çok sayıda 
    proje ile bu molekül üzerinde bulunan mutasyonlarla tarihi yeniden şekillendirme 
    çalışmaları yürüyor. Fen bilimleri ve sosyal bilimler kol kola. Hele 140,000 yıl 
    önce ilk analarımızın Afrika’dan yola çıkarak tüm dünyaya yayıldığını ve 
    hepimizin ortak bir anaya sahip olduğunu bilirken, durduğumuz her yerde 
    edindiğimiz biyolojik çeşitliliklerimizi ayrımcılık için kullanmak yerine 
    hayatlarımızın da çeşitliliği olarak ortaya koyabilecek bu araştırmalar beni 
    heyecanlandırıyor. Barış için bir umut olabilir DNA denen şu molekül.

Hiç yorum yok: