30 Mayıs 2012 Çarşamba

Kendi Kendini Dövmek...


Prof.Dr. Ahmet Nezih KÖK
Erzincan Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dekanı
Atatürk Ünv.Tıp Fakültesi Adli Tıp Anabilim Dalı Başkanı



Son dönemlerde, Türkiye'nin 1960’lı, 70’li ve 80’li yıllarına ilişkin diziler çekilmeye ve gösterilmeye başlandı. O yılları bilinçli yaşlarında geçiren kişilerin (en azından çevremdekiler) ben de dâhil, o yıllara yönelik "Ne güzeldi o günler." ya da " "Ne iyiydi o yıllar." dediğini  duyuyoruz. Bu duygu sadece geçmişe duyulan bir özlem mi, yoksa yaşanmışlardan duyulan bir suçluluğun masum bir açıklaması mı bilemem. Ama, bilimsel manada tamamen farklı bir durum olabileceğini de kabul ediyorum.
1960’lı yılların sonunda, 70’li yılların başında yaşadığım yer, Başkent Ankara'nın en müstesna yerleşim yeri olan Namık Kemal Mahallesi idi. Mahallemizi çok severdim, mahalle arkadaşlarımla çok güzel oynardık. Hiç kavga ettiğimizi bilmem. Ama, bazen çok kısa süreli küser, daha sonra birbirimizden özür diler, tekrar oynardık.  
İlkokul öğretmenim rahmetli Seniha Seyhan'ı annem gibi severdim. Onun "Aferin” demesi benim en büyük sevincimdi. Eve gidince o gün kaç tane aferin aldığımı anneme babama söylerdim. Öğretmenim beş yıl boyunca hiç vurmadı, hiç kızmadı, ama; "Güvendiğim dağlara karlar yağdı." dediğinde  üstümden tır geçmiş gibi olurdum. Ancak şuna emindim ki, bu durumda bile öğretmenim beni çok seviyordu.
Allah sağlık versin, annem ve rahmetli babam, bana ve kardeşlerime hep ama hep dürüst olmayı, yalan söylememeyi, adaletli olmayı,  kimsenin eşyasına el uzatmamayı, devletin malını korumayı öğretti. Annem ya da babam bana hiç vurmadı, kızdı mı hatırlamıyorum, ama özellikle babam "Yazıklar olsun sana!" dediğinde, üzerimden tır geçmiş gibi olurdum. Ancak; şuna emindim ki, bu durumda bile babam beni çok seviyordu.
Sokaklarda dolaşan bekçiden ya da polisten hep güven duydum, ama onlara karşı saygılı oldum. Onlar bizim için vardı. İtfaiye aracını, ambulansı, Ankara'nın kırmızı belediye otobüsünü gördüğümde hep sevindim, inanmazsınız ama saygı duydum. İlkokul, ortaokul, lise bittikten sonra devam ettiğim ODTÜ'de, tıp fakültesinde, tıpta uzmanlık sürecinde ve hukuk fakültesinde hocalarım bana hiç “mobbing” uygulamadı. Ama, beni eleştirdiklerinde bile şunu biliyordum ki, onlar benim iyi bir hekim, iyi bir adli tıpçı, iyi bir hukukçu olmamı istiyorlardı.
Sonra baba oldum, hekim oldum, hoca oldum, hukukçu oldum. Gördüğümü uyguladım.
1990’lı yıllardan itibaren yaşamımızdaki teknolojik ve sosyal gelişmeler bizi gerçekten çok etkiledi.  Eskiden az olanlar çoğaldı. Arabalar, televizyonlar, televizyon kanalları, 3G telefonlar, “iPad”ler, “iPhone”lar çoğaldı. Eskiden çok olanlar ise maalesef azaldı. Hoşgörü, saygı, sevgi, paylaşım gibi.
Çocuklarda mahalle kavramı kalmadı, apartmanlara sıkışan çocuklarımız paylaşmayı, birlikte mücadeleyi unuttular. Sanal alemde oynadılar, sanal alemde yendiler-yenildiler, aşık oldular. “Fast-food” ile birlikte “fast-yazım”ı öğrendiler, hece düşmesini bilmeden telefon ve internet mesajlarında harf düşmesini  öğrendiler, bencilleştiler, saygı önce öğretmenlere kalmadı. Öğretmenler dövüldü.
En temel eğitimin alındığı aile parçalandı. Önce geniş aile yok edildi. Babaanne-dede evde fazlalık olarak algılandı. Anne ve baba sözlüğünden "Hayır, olmaz!" sözleri kaldırıldı. Direnenler dövüldü.
İlkokuldan beri sınavlara giren evlatları nedeni ile misafir kabul etmeyen anneler babalar, evlatlarının komşu kavramlarını oluşturmasına engel oldular. Konu-komşu dövüldü.
Tıp fakültesi öğrencileri mutlu olamadılar. Tıp fakültesi diplomasının anlamı TUS'a girişin ön şartı haline geldi, asistanlar hocalarının eleştirilerini “mobbing” anladılar. Fakültede hocalar dövüldü.
Hastalar ve hasta yakınları hekimleri düşman belledi. Dünyada ölüm yok, hekimler ölümsüzlük hizmeti veriyor sandılar. Hekimler dövüldü.
Siyasi düşüncelerini ortaya koyduklarını sanan insanlar kamuya ait otobüsleri, durakları, polis otolarını, hatta hatta ağaçları yaktılar. İnsanlar dövüldü.
Bu yazıyı sakın sağlıkla ilgili değil sanmayın. Bakın etrafınıza; teknolojik gelişmelerle birlikte sağlıkta büyük bir gelişme yaşanıyor. Müthiş hastaneler, hastalıkların tanısını kolaylaştıran müthiş aletler, sağlığa ayrılan büyük meblağda ekonomik kaynaklar, hasta haklarına dair hukuki metinler, sigortalar vs. Soralım kim mutlu ya da niye hastayız? Çağımızın hastalığı denilen stres nedir?  Paylaşmayı bilmeyen, içine kapanmış, sanal alemde yaşayan, mağlubiyetin ya da galibiyetin anlamını bilmeyen, hayatı her an “reset”leyebileceğini zanneden, kendine eleştiriyi kabul etmeyen, ama her ağzını açtığında herkesi eleştiren, ödev kavramını bilmeden hep “Hakkım” diyen, özgürleştikçe yalnızlık esaretine düşen, başkalarını dövdükçe aslında kendilerini döven insanlar.
Tedaviye dirençli, en büyük hasta grubu:  Kendi kendini döven insanlar.

Hiç yorum yok: